Doğada, suyun direkt gökyüzünden yağmur olarak inip, bir kısmının yeraltına, bir kısmının ise buharlaşarak tekrar gökyüzüne gittiği bir döngü var. Ancak şehir planlamalarında yapılan yanlışlar bu döngünün kırılmasına neden oluyor. İstanbul Teknik Üniversitesi Peyzaj Mimarlığı Bölüm Başkanı Prof. Dr. Hayriye Eşbah Tunçay ile su ögelerinin peyzaj mimarisindeki yeri ve önemine dair konuştuk. Tunçay, “Peyzajın da bir demokrasisi, bir politikası var. Daha eşit, daha kapsayıcı, herkesin kendine ait hissettiği ortamların oluşturulabilmesi de aslında kültür ve coğrafya ile alakalı. Bunları da göz önünde bulundurmamız gerekiyor.” diyor.
Öncelikle kendinizden ve İTÜ Peyzaj Mimarlığı Bölümü’ndeki akademi hikayenizden bahseder misiniz?
İTÜ Peyzaj Mimarlığı Bölümü, 2002 yılında kuruldu. O esnada çalışmalarım için Amerika’da bulunduğumdan dolayı, bu güzel oluşumun başlangıcında olamasam da kuruluştan sonraki süreçlere en kısa zamanda dahil oldum. 2007 yılında İTÜ’deki akademik hayatım başladı.
Bölümümüz Mimarlık Fakültesi altında olması nedeniyle stüdyo tabanlı bir eğitim veriyor ve peyzaj tasarımını ekseninde bulunduruyor. Kentsel çevreler, kentsel peyzajların bu eksen içerisindeki ana konumuz olmasına ek olarak; kırsal çevre, doğal çevre, tarihi ve kültürel alanlar gibi çok geniş bir yelpazede de öğrencilerimize tasarımla ilgili bilgiler veriyoruz. Öğrencilerimiz, bu alanların tasarlanması, korunması, yönetilmesi, planlanmasıyla ilgili eğitimler alıyor.
Bölümümüz 2017 yılında Türkiye’de yine bir ilke vesile oldu. Uluslararası bir kuruluş olan International Federation of Landscape Architects (IFLA) tarafından akredite edilen ilk ve tek Peyzaj Mimarlığı bölümüdür. Bu konuda da öncülüğünü sürdürmektedir. İTÜ olması itibariyle de eğitiminin kuvvetli olmasıyla da Türkiye’de bu mesleğe giriş yapan öğrenciler içerisinde en yüksek puanlı öğrencileri biz alıyoruz. Dolayısıyla iyi bir materyal alıp bunu da daha iyi bir şekilde işleyerek detaylı düşünebilen, analitik bakabilen, kritik yapabilen ve yaratıcı olabilen peyzaj mimarları yetiştirmeye çalışıyoruz.
İTÜ Peyzaj Mimarlığı Bölümü eğitimde nasıl bir misyon üstleniyor? Akademik eğitimini İTÜ’de tamamlayan bir peyzaj mimarının sektörde nasıl fark yaratmasını öngörürsünüz?
İTÜ, teknik bir üniversite olması nedeniyle öğrencilerinin tasarımı ilgilendiren teknik konulara hakim olmasını sağlamak üzere eğitim verir. Eğitim hayatının ilk üç döneminde mimarlık fakültesi içerisindeki bütün bölümler ortak bir temel tasarım stüdyosundan geçtiği için, öğrencilerimiz hem çok kuvvetli bir tasarım misyonuna sahip oluyor hem de disiplinli çalışmayı ilk günden itibaren öğrenmeye başlıyor. Bu onlar için uzun vadede önemli bir avantaj oluşturuyor.
İstanbul, yurt dışından pek çok tasarımcının gelip çalışma yaptığı, seminer verdiği, ortamında bulunmak istediği bir şehir. İTÜ Mimarlık Fakültesi ve Peyzaj Mimarlığı Bölümü’nün de yurt dışıyla olan ilişkileri oldukça kuvvetli. Dolayısıyla sürekli uluslararası tasarım ortamının içerisinde bulunabilmeleri adına öğrencilerimize çok önemli fırsatlar sunuyoruz. Bunlar kimi zaman seminer, kimi zaman atölye çalışmaları olabiliyor. Çok geniş bir Erasmus ağına sahibiz. Aynı zamanda Uzak Doğu ile oldukça sıkı bağlantılarımız var. Öğrencilerimizin bir kısmı Kore’de, University of Seoul’de eğitimlerinin belirli bir kısmını tamamlayıp tekrar gelip diplomalarını buradan alabiliyorlar. Ya da her yıl yaptığımız uluslararası bir Uzak Doğu atölye etkinliğimiz olur. 10 gün boyunca Hong Kong, Japonya, Kore, Tayland gibi ülkelerden gelen öğrencilerimizi bu etkinliklerde ağırlıyoruz. Misafirlerimizi bazen İstanbul’da konuk ediyoruz, bazen de onlar bizi kendi ülkelerinde konuk ediyor. Bu tip değişimler Covid – 19 nedeniyle iki yıldır online yapılıyor. Yakın zaman önce ABD’ nin en iyi üniversitelerinden biri olan MIT’den bir grupla beraber başarılı bir çalıştay düzenledik.
İngilizce olarak eğitim verdiğimiz için hem çok disiplinli hem de çok uluslu proje ortamlarında gerek dil gerekse de teknik konulara son derece hakim mezunlar veriyoruz. Bu da öğrencilerimiz için çok büyük bir avantaj. Çağın en son teknolojilerine hakim olmalarını sağlıyoruz ve dört yıl boyunca eğitimlerinde sürekli öğrencilerimizi destekliyoruz. Mezun olup sektöre atıldıklarında kritik yapabilme, analitik bakabilme, sistematik düşünebilme gibi özelliklere sahip, en son teknolojiye hakim olan, tasarım dilini kullanabilen mimarlar olarak tercih ediliyorlar. Kendileriyle aynı bölümden olan diğer mezunlardan çok daha farklı, çok güçlü bir profille meslek hayatına başlıyorlar.
İyi bir başlangıç yaptıkları için de pek çok büroda, staj yaptıkları yerlerde hatta yurt dışındaki pek çok firma tarafından direkt kabul edilip, işe başlayabiliyorlar. Özellikle son yıllarda öğrencilerimizin pek çoğu yurt dışındaki çok büyük üniversitelerde. Aynı şekilde Avrupa ve Amerika’daki firmalarda çalıştıklarını görüyoruz. Ülkemizdeki pek çok firma, bizleri arayarak İTÜ mezunlarını talep ediyorlar.
“Bir peyzaj çalışması yaparken o coğrafyanın fiziki ve beşeri unsurlarını göz önünde bulundurmamız gerekiyor”
Farklı iklim, sosyo-kültürel ve etnik yapıların peyzaja etkisi nedir? Bu yapı göz önünde bulundurulduğunda Türkiye’deki peyzaj projelerini ve uygulamalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Zaten peyzaj dediğimiz konu aslında tam da sizin bahsettiğiniz gibi coğrafyanın çok farklı unsurlarıdır. İklim olabilir, toprak yapısı olabilir, jeolojik yapı veya kültürel bir doku olabilir. Buna insanın nasıl dokunduğu, nasıl yerleştiği, insanların bunu nasıl kullandığı gibi önem teşkil eden durumlar var. Dolayısıyla peyzaj, doğal ve kültürel pek çok faktörün bir araya gelmesiyle oluşan bir bütündür. Hiçbir şekilde tekil, tanımlanabilen, net sınırları olan bir şey değildir. Bu durumda, baktığınız ölçeğe göre, girdiğiniz detaya göre çok farklı anlamlar da içerir.
İstanbul’da tespit edebileceğiniz doğal, kültürel, sosyal ve ekonomik unsurlar farklıyken Bursa’da daha farklı unsurlar hakimdir. Bu farklılıklar, o coğrafyadaki peyzaj uygulamalarını da farklılaştırıyor. Peyzajın da bir demokrasisi, bir politikası var. Daha eşit, daha kapsayıcı, herkesin kendine ait hissettiği ortamların oluşturulabilmesi de aslında kültür ve coğrafya ile alakalı. Bunları da göz önünde bulundurmamız gerekiyor. Tasarımcılar ancak her çevrenin kendine has dinamiğini anladığında, o çevreye uygun bir çalışma yapabilir.
Son yıllarda da bu konuda vurgular artmaya başladı. Bugün göçler vesilesiyle çok farklı etnik gruplar, çok farklı insan profilleri dünyanın her yerine dağılmış durumda. Dolayısıyla göç olgusu da tasarladığımız alanlarda çok önemli bir katman olarak anlamamız gereken unsurlardan biri.
Küresel pazar gereksinimleri, teknolojik yenilikler, kentleşme süreci ve çağdaş toplumun yaşam tarzlarındaki değişikliklerin peyzaj mimarisine etkisi nedir?
Teknolojik yenilikler, kentleşme süreci ve çağdaş toplumun yaşam tarzlarındaki değişiklikler söz konusu olduğunda vurgulanması gereken olgulardan biri akıllı şehirler… Bugün teknoloji, kendi bilgisini kendi üretebilen, bu bilgiye insanları eriştirebilen ve kenti yönetmekte kullanılan çok önemli bir mekanizmaya dönüşüyor.
Teknoloji işimizi bir noktada kolaylaştırıyor. Bugün simülasyonlar yaparak, bir alanı yapılaşmaya açtığımızda ya da oradan bir yol geçirdiğimizde bunun hangi sonuçları doğuracağını, ya da bir yere bir park inşa ettiğimizde, bu parkta zaman içinde ne kadar karbon tutulabileceğini, hidrolojinin ne kadar düzeleceğini öngörebiliyoruz. Ya da bir planın birbirinden kopuk olan pek çok farklı detayını teknoloji sayesinde bir araya getirip, analitik bir şekilde bakarak çok daha faydalı ve kompleks bilgiyi elde edebiliyoruz.
Teknoloji sayesinde her zamankinden daha rahat ve daha güçlü bir şekilde projelerimizi oluşturuyor, bu projelerimizi insanlara anlatabiliyoruz. Teknoloji, dürüst kullanıldığı zaman gerçekten insanların doğru şeyleri anlaması ve algılaması için faydalı.
Tasarımlarını yaptığımız alanların kullanıcı tarafından nasıl kullanıldığını veya neden kullanılmadığını teknoloji sayesinde anlayabiliyoruz. İhtiyaçları daha iyi tespit edebiliyoruz. Bu açıdan mevcut durumun tespit edilmesi, geleceğe yönelik öngörüye sahip olunabilmesi ve aslında bunun halka etkin bir şekilde anlatılabilmesi ve ulaştırılabilmesi de teknolojinin sunduğu fırsatlardan.
Teknolojinin sağladığı avantajlardan biri de, tasarımcılar olarak dünyanın her yerinde, her tasarımcıyla, her şeyi yapabilir hale gelmiş olmamız. Bugün New York’taki bir ofis, İstanbul’daki bir ofisle ortak bir proje yapabiliyor.
Polonya’daki başka bir ofis sizin yaptığınız tasarımları üç boyutlu hale getirebiliyor. Dolayısıyla daha global bir arenaya döndü tasarım dünyası. Bu durum beraberinde hem rekabeti getirdi hem de dışa açılıma yatkın ortamlar yaratarak gençlerin kendini daha rahat ifade edip, daha kolay iş bulmalarına vesile oldu. Artık Londra’da iş yapmak isteyen bir gencin bunu yapabilmek için Londra’da okuması gerekmiyor.
Yaptığımız her şey şehirlerin yaşanabilirliği ile ilgili. Yaşanabilir şehirlerin olmazsa olmazlarından biri, ortak erken uyarı sistemleri. Bu sistemler sayesinde bir yerde sel olacaksa bunu öngörebilme ihtimalimiz var. Bir yerde sensörler sürekli bir takım şeyleri algılayabiliyor ve bizlere erkenden haber verebiliyor. İnanılmaz hızlı gelişen ve sürekli değişen bir tasarım ortamı oluştu. Bu da aslında sevindirici bir şey tabi. Rekabet de arttı, bu da heyecan verici ayrı bir unsur.
Su ögesinin peyzaj mimarisindeki yeri ve önemi nedir?
Su aslında çok karmaşık bir doğal unsur ve fenomen. Kent aslında bize çok farklı kaynaklardan su getirebilen bir oluşum. Doğada, suyun direkt gökyüzünden yağmur olarak inip, bir kısmının yeraltına, bir kısmının ise buharlaşarak tekrar gökyüzüne gittiği bir döngü var.
Şehir su döngüsünü kırarken, suyu daha farklı formatlarda atık olarak üretmeye başlıyor. Kentin suyunu bir atık olarak görürseniz ve tek amacınız bunu bertaraf etmek olursa, kent bu doğal sistemin içerisinde sağlıklı bir duruş sergileyemez. Öncelikle ne kadar sağlıklı bir kent ortamı olursa, su açısından o kadar da sağlıklı bir buluşmaya vesile olacağını anlamamız gerekiyor.
Dolayısıyla her gelen yağmur suyunu direkt kanalizasyona göndermeden, bunları bir şekilde doğa tabanlı çözümlerle kentin içerisinde toplamak, filtrelemek mümkün. Bu işi yapabilmek için şehir içinde oluşturulabilecek büyük gölet alanları, büyük havuz alanları, doğal sulak alanlar en önemli mekanizmalar. Bir diğer önemli doğal mekanizma da tabi derelerimiz oluyor.
Yapıdan gelen bir su var. Bu su aslında tuvaletlerimizden giden, tamamen arıtılması gereken, hiç kullanamayacağımız siyah bir su. Bir yanda da elimizi yıkamak için lavabolarımızda kullandığımız suyumuz söz konusu. Aslında lavabolarımızda kullandığımız suyumuzun yeniden kullanılması, binalarımızın daha sürdürülebilir olmasını sağlıyor. Bu kapsamda oluşturulacak depo alanları, havuzlar, göletler de bu işlerin yapılması için vazgeçilemez unsurlar.
“Artık sadece süs ve estetik amaçlı bir şey yapma zamanı geçti. Tasarımlarımızın estetiği ile birlikte fonksiyonlarının da olması lazım”
Ben, yalnızca süs ve estetik amaçlı kullanılan gölet ya da havuzlara tamamen karşı olan bir peyzaj mimarıyım. Çünkü artık sadece süs, sadece estetik amaçlı bir şey yapma zamanı geçti. Yaptığımız tasarımların estetiği dışında fonksiyonlarının da olması gerekir. Mesela bu tarz sistemlerin bulunduğu bir yatırım, yapının su hasadıyla ilgili bir ihtiyacına cevap veriyorsa veya içerisinde bulunduğu mahallenin su yönetimi konusunda bir işlev kazandırabiliyorsak, bu sistemleri içerisinde bulunduğu alanın biyolojik çeşitliliğini desteklemek için kullandığımız unsurlar haline getirebiliyorsak, havuz veya gölet gibi yapılar o zaman şehirler için vazgeçilmez peyzaj unsurları haline gelir. Fakat bu tür yapılar salt güzellik için yapılmamalı. Mesela eskiden Ankara o kadar çok havuzu olan bir şehirdi ki. Hala estetik ama hiçbir işlevi olmadan bozkırın ortasında bir ton havuzla baş etmek zorunda kalıyor. İstanbul’da Ankara’ya göre daha çok suyumuz var ama baktığımızda çok fazla üzeri geçirimsiz alanlar, dekoratif unsurlar olarak da havuzlar karşımıza çıkıyor.
“Suya, doğada var olan döngüyü kıracak şekilde yaklaşıyoruz. Dünyadaki su miktarının sadece %2’si tatlı su… Dolayısıyla bizim suya daha akılcı, daha yaratıcı, daha zeki yaklaşmamız gerekiyor”
Havuzların aynı anda hem estetik hem de fonksiyonel olması söz konusu olabilir mi?
Kesinlikle… Zaten bunu hem estetik hem de fonksiyonel yaptığımız zaman bu iş bir anlam taşıyor. Bu işi bir tek estetik için yaptığımızda Ankara örneğinde olduğu gibi hiçbir işe yaramıyor ve bence estetik de durmuyor.
Bir yandan da günümüzde küresel ısınma ve iklim değişikliği tehdidiyle karşı karşıyayız. İklimimiz sürekli değişiyor, suyumuz azalıyor. Dolayısıyla bizim suya daha akılcı, daha yaratıcı, daha zeki yaklaşmamız gerekiyor. Bu yaklaşım olmadığında süs havuzları, sürekli su faturası getiren, sürekli bakım maliyeti oluşturan, ekonomik bir yüke dönüşüyor. Bu havuzların bulunduğu alanlar insana keyif vermekten çok zulmeder hale geliyor.
Bu tür yapılar doğayla ve kentle ilişkili olmalı… Bir şehirde su dendiğinde suyun toplanması, yavaşlatılması çok önemli bir konudur. Biz suları yavaşlatamadığımız için sel baskınları meydana geliyor. Dere yatakları da bambaşka yapılarla dolduğu için, yağış olduğunda zemin, suyu taşıyamaz hale geliyor. Taşkınlar meydana geliyor. Bütün bunların önüne geçebilmek adına yavaşlatma sistemlerini kullanmamız lazım.
Su toplayabileceğiniz alanlardan biri olan, otoban, meydan ve büyük yapılardan etkin şekilde su toplayamıyoruz. Topladığımız suyu depolayabileceğimiz göletler, havuzlar, sarnıçlar inşa edemiyoruz.
“Yani biz aslında su varlığı içinde su kıtlığı çeker hale geliyoruz…”
Kesinlikle, tam da bu durumdayız. Su yok değil, var. Ama suya, döngüyü kıracak şekilde yaklaşıyoruz. Binadan topladığımız yağmur suyunu direkt sarnıcın içine aktardığımızda doğadaki su döngüsü nasıl devam edecek? Buharlaşacak şey nasıl gökyüzü ile buluşacak? Yeraltına gidecek şey nasıl sızacak? Döngüyü oluşturan süreçlerin ilişkisi kesiliyor.
Gökyüzünden düşen yağmuru, yerden mazgallarla kanalizasyona aktardığınızda yeraltından denize aktardığınızda yine ilişkiyi kesiyorsunuz. Bunu yaptığınızda su nasıl buharlaşacak? Nasıl yeraltına sızacak? Sızamaz çünkü su, beton kanallarının içinden geçiyor. Yağmur suyu, denizin tuzlu suyuyla buluştuğu zaman doğayla buluşmuş oluyor. Ama tuzlu suya ihtiyacımız yok. Dünyadaki su miktarının sadece %2’si tatlı su. Tatlı suya dikkatli davranmamız gerek.
En çok ihtiyacımız olan şey tatlı su. Hala varken bunun önünü kesecek şekilde şehirleşmememiz lazım. Daha işlevsel bir şekilde suyu kullanmamız lazım. Dediğim gibi bu işte önemli olan suyu yavaşlatmak, suyu sızdırmak, suyu toplamak ya da suyu filtrelemek. Bazen de öyle alanlar var ki kentlerin içinde; Sanayi alanları mesela, o kadar kirli ki o su, aslında yağmur suyu bile olsa-bacadan, çatısından, demirinden her taraf kimyasal- buralardan topladığımız suyun öncelikle filtrelenmesi lazım.
Kentler bu kadar yeşil alan mağduruyken, yeterli yeşil alanımız yok derken, bu su mantığıyla şehre yaklaştığımızda hem yeşil alan miktarımızı çoğaltmış oluyoruz hem de insanlara daha sağlıklı ve daha aktif olma imkanı sunmuş oluyoruz. Sağlıklı bir çevre oluşturuyoruz. Ayrıca hem biyolojik çeşitliliği hem de su döngüsünü destekliyoruz. Bu şekilde düşünmemiz lazım artık kentleri.
Peyzaj mimarlığında sürdürülebilirlik kavramı konusunda neler söylemek istersiniz? Bu kavram havuz projeleri için de söz konusu mu?
Sürdürülebilirlik tabi pek çok ekseni olan bir konu. Doğal boyutu, ekonomik boyutu, sosyal boyutu var. Bunların altında da barındırılması gereken pek çok konu var. Peyzaj mimarlığında sürdürülebilirlik dediğinizde zaten peyzaj mimarlarının ana amacı daha yaşanabilir bir çevre oluşturmak, doğal değerleri korumak, tahrip olmuş değerleri onararak oranın ekolojik kalitesini yükseltmek ve bunu yaparken insana da hitap eden bir çevre oluşturmak. Başta da bahsettiğim gibi bu amaç daha kapsayıcı, daha adil, daha eşit, herkesin kullanabileceği çevreler oluşturmak olduğu için bir noktada sosyal anlamdaki sürdürülebilirliğe de faydası oluyor. Biz bunları yaparken tasarımlarımızda daha önce ekonomik boyutunu ya da iklim anlamındaki sürdürülebilirlikleri pek düşünmüyorduk. Mesela yurt dışından bitkiler getiriyorduk. İstanbul’da yaptığımız bir projeye Diyarbakır’dan bazalt getiriyorduk. Ya da çok daha basit ve doğal olarak çözebileceğimiz bir şeye çok geniş, geçirimsiz yüzeyler, döşemeler, teraslar, bir sürü yapısal şey ekliyorduk. Halbuki daha düşük bir ayak iziyle de bunlar yapılabilir. Bunları hem ekonomik anlamda, hem de vitrin boyutunda bir parça göz ardı ediyorduk.
Artık dünya öyle bir aşamaya geldi ki sürdürülebilirlik dediğiniz şeyde bütün bu bahsettiğim faktörlerin hepsini birden sağlamadığımız için zaten o peyzaj tasarımı sürdürülebilir olmuyor. Kimsenin artık sizin tasarımcı egonuzla oluşturduğunuz çevrelere harcayacak parası yok. Lüzumundan fazla yaptığınız hareketler insanlara fazla geliyor. Doğa, karbon, iklim açısından doğru mu yapıyorum” diye iki kere düşünmemiz gerekiyor. Havuz konusu bakımıyla, yapımıyla ek bir ekonomik yük getiriyorsa; geçirimsiz yüzeylerle dolu bir havuzsa sürdürülmesi de zor oluyorsa; doğayla ilişkisi kopuk bir şeyse yaptığınız şeyin ekolojik duruşu zaten olamıyor. Dolayısıyla bir şekilde zayıf kalıyor. Fakat su yüzeylerini doğal yollarla oluşturduğumuzda zaten ekstradan bir maliyete ihtiyacınız yok. Su varsa vardır içinde, yoksa da yoktur.
“Ekolojik olarak da bir estetik geliştirmemiz, estetik anlayışımızı değiştirmemiz gerekiyor”
İnsanlarda öyle bir estetik algısı oluşmuş ki gerçekten hasta bir ekolojik bakış açısı. Öyle bir yapı oluşmuş ki; insanlar dokunulmuş, manikürlenmiş, pedikürlenmiş, acayip tanımlanmış bir çalışmayı beğeniyor. Bir şeyi tam doğal bıraktığınızda, tasarımcı olarak sizin bir şey yapamadığınız gibi algılanıyor Halbuki alakası yok. Yapmamak bazen çok daha büyük cesaret gerektiren bir şey. Bir de bizim peyzaj tasarımlarını bir süreç olarak görmemiz gerekiyor. Tasarladığımız, bitirdiğimiz, ortaya çıkan ürünün 5-10-15 yıl sonraki karşılığını öngörerek tasarlamamız gerekiyor. Çok fazla sert mimari görüşü olan, doğayla ilişkisi olmayan, projelerin 5-10-15 yıl içerisinde kendilerine katabilecekleri çok fazla bir şey yok. Kendi kendini imha edecek…
Yüzyıllardır kalan binalarımız var. Değişmemiş, yani bu kadar statik. Peyzaj tasarımının en heyecanlı boyutu zaman boyutudur. Zaman çok önemli bir mefhum ve iklim değişikliğiyle beraber gelecek zamana hazırlıklı bir peyzaj oluşturabilmek önemli. Peyzaj tasarımlarının performansının ilk gün çok iyi olmakla beraber zaman içinde daha iyiye gitmesi için sürdürülebilir bir peyzaj tasarımının yaratılması gerekiyor. Yani orada oluşturduğunuz habitatın kendi kendine başka türleri de getirir hale gelmesi, yeni bir takım sürprizlere fırsat verebilmesi gerekiyor. Bunlar aslında günümüzde dünya çapında çağdaş peyzaj tasarımında en çok tercih edilen şeyler. Ülkemizde de artık yavaş yavaş böyle düşünerek tasarlamamız ve bu örnekleri görmemiz gerekiyor. Yoksa çok statik bir şey yapıyoruz. Çoğu peyzaj çalışması da zaten öyle görünüyor. 15 yıl sonra gidin, aynı şeyi yine orada aynı şekilde görüyorsunuz. Halbuki peyzaj dendiğinde tamamen canlı bir sistem kuruyorsunuz, orada bir sistem tasarımı söz konusu. Demek ki sistem iyi tasarlanmamış ki çalışmıyor, olduğu gibi duruyor. Normalde durmaması lazım. Öyle durması işin doğasına aykırı.
Son olarak neler söylemek istersiniz?
Medyanın bu konudaki rolünü çok çok önemsiyorum. Siz bir anda bir sürü kitleye ulaşabiliyorsunuz. Dolayısıyla bu konunun öncelikle bilinç olarak, bakış açısı olarak oturması gerekiyor. Bu konu doğal, estetik, sosyal açıdan olduğu kadar pedagojik açıdan da önem taşıyor. Bu işin pedagojisi de çok önemli. Çünkü yanlış çevrelerde yetişmekten insanlarda çok farklı bir ekolojik estetik algısı oluşmuş. Kafada çok farklı, yanlış bir algı var. Ama artık iklim değişikliğiyle birlikte dünyanın girdiği bu döngü, bu kafanın değişmesini gerektiriyor. Bu kafanın değişmesi de iki şekilde olur. Bir tanesi biz artık doğru düzgün projeler yapacağız. Bu bize düşen görev. İkincisi de size düşüyor, bu işlerin doğrusunu her yerde, insanların anlayabileceği şekilde anlatmak.
Biz ülke olarak her sorunu son dakika görüp bunun üzerine düşen bir alışkanlığa sahibiz. Mesela müsilaj sorunu. Sorun olduktan sonra ortaya çıkıyor, dikkat çekiyor. Halbuki yıllardır derelerin beton olduğunu ve dağlardan, taşlardan erozyonla getirdiği organik materyali tutamadığını anlatıyoruz. Çünkü dere betonsa içinde ne varsa olduğu gibi denize getiriyor. Kiri, pisi, toprağı… Denizler ısınmaya da başladığı için orada organik madde artıyor. Bu dereleri böyle beton yapmayalım, dereleri filtreler hale getirelim. İçinden yine su geçsin ama bitki de geçirimli olsun ki dereler bunları denize filtre ederek götürsün diye yıllarca anlattık. Kimse birşey yapmıyordu. Şimdi bunu müsilaj üzerinden anlatıyorum, herkes anlıyor. Çünkü artık gündem oldu. Herkes olayın ciddiyetinin farkına vardı.
Dünya artık bize çok ciddi adımlar atmamız gerektiğini gösteriyor. Olanı en zeki, en yaratıcı bir şekilde kullanabilmek gerekiyor. Geliştirilmesi gereken savunma mekanizması olmalı ve bunun için kentlerin ürettiği çok farklı su kaynaklarını, çok farklı şekillerdeki suları bir masaya yatırmak gerekiyor. En başta dediğim bu bertaraf edilmesi gereken bir konu değil, yeniden, sürekli, dönüp dönüp kullanmamız gereken, geri dönüştürmemiz gereken; kentin içinde bulundurmamız, hissettirmemiz, göstermemiz gereken bir konu. Bunu o şekilde yaptığımızda zaten doğa da bunu kabul eder hale geliyor. Yoksa doğa da kabul etmiyor, bir şekilde sel olarak, müsilaj olarak, kuraklık olarak sürekli dışa vuruyor. Dolayısıyla bizim kentin içerisindeki suyu her anımızda hissettiğimiz sağlıklı bir şekle sokmamız gerek. Bu da çağdaş bir peyzaj tasarımıyla mümkün.
Bir cevap yazın